İlk yazımı, başlangıçta Fazıl Say’ ın haftalık çıngar çıkarmalarından sadece biri olarak algıladığım, ama devamında gittikçe tüm müzik camiasının kimliklerine mal olup, benim de huzuruma çomak sokmaya başlayan “Fazıl Say – Murat Bardakçı” nın hala uzatmalarla devam eden maçı üstüne yazmak istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde ülkemiz gazetecilerinden Murat Bardakçı, “Musiki İnkılabı ve Başarısızlık” başlığıyla bir köşe yazısı yazıyor. Bir dinleyici olarak Tekfen Filarmoni Orkestrası’nı pek bir takdire şayan buluyor, bu beğenisini orkestra üyelerinin hepsinin Türk olmamasına bağlıyor ve ayrıca neden Türkiye’deki besteciler dünyada tercih edilmiyor sorununu, çabuk ve özensizce ele alıyor. Çabuk ve özensiz diyorum; çünkü her şeyden önce, bu sorun, Türkiye’de izleyip, beğendiği, konser programında Ferit Tüzün’ ün de yer aldığı bir konserin ardından aklına geliyor. Oysaki parmak basmak istediği şey, Türkiye’deki orkestraların ve icracıların (birkaç istisna dışında diye belirtiyor) klasik batı müziğini yeterince hissettiğini ve hissettirebildiğini düşünmemesi ve Türk bestecilerinin dünyada yeterince tanınmaması, Türk Müzik Devrimindeki eksiğin ne olduğu! Ancak dediğim gibi, bunu, bahsettiği gibi hissiz bir icra ve repertuarında hiç Türk eser barındırmayan somut bir konser örneği sonrası ele alıp, bizleri aydınlatmıyor, Tekfen Filarmoni Orkestrası’nı överek başlıyor, daha sonra Haçaturyan’ dan övgülerini esirgemiyor ve doğal olarak yazı, buram buram bir “kıyaslama” ve “kayırma” kokmaya başlıyor. Yine de bu kıyaslamayı koklamayacak olursak, doğru bir soru soruyor, Türk müzik devriminde bir eksik var? Nerede?
Bu eksik birçok şekilde tartışılınabilir. Tarihçiler söz alabilir, bu tarihi süreçte sanatın ülkemizin hangi yollardan geçtiğini dökümleyebilirler, sosyologlar tartışabilir, toplumun müzik devrimiyle ilişkisini analiz edebilirler, müzisyenler konuşabilir, bu eserlerin ve Türk bestecilerinin neden hak ettiklerini düşündükleri yere gelmediğinden, engellerden dert yanıp, bizzat kendi tecrübelerinden örnekler gösterebilirler.
Ancak bu bir tartışma değil, uzatmaların hala oynandığı bir maç!
Fazıl Say’ i hepiniz bilirsiniz. İsminin ilk duyulduğu zamanlarda, lise öğrencileri olarak tüm röportajlarını biriktiriyor, O’nun Bach yorumlarını (hala çok beğenirim) ağzımızdan salyalar akarak dinliyorduk. Sonra tam hayranlığımızın dorukta olduğu o dönemlerde Bilkent’ te “sözde öğretmenlik” yapmaya başladı. Bizim okulun merdivenlerine oturup, bir gökyüzüne, bir nota kağıdına bakarak beste yaptığı yılları, ona “merhaba” diyen öğrencilere selam veremeyecek kadar yoğun bir deha(!) içinde olduğunu tüm hayranları olarak, hepimiz gördük. Sonra hepimizi ağlatan, dünya prömiyerinde de bulunduğum Nazım Oratoryosu, ardından bir kez daha ağlatan Metin Altıok Ağıtı ile gördük O’nu… Gözyaşlarımız henüz bitmemişti ki, bu kez de Fenerbahçe korolu senfonik eser ile gördük O’nu. Bilkent Senfoni Orkestrası seslendirdi Fenerbahçe’yi… Provalarda Galatasaray bayrakları asıldı, indirildi, Galatasaraylı müzisyenler protesto etti, Beşiktaşlılar bu esere gönül vermedi, taraftarlar bağırdılar, çağırdılar, küstüler. Ama sonra hakem düdüğü çaldı, hepsi bu eseri kayıt bile etti. Sonra gün geldi magazin dergilerinde Hande Ataizi ile yaşadığı aşk hakkında röportajlar vermeye başladı Fazıl Deha, önce aşklarını, ardından ayrılıklarını okuduk. Çetrefilli yıllardı.
Şimdilerde Fazıl Say, benim ve birçok müzisyen arkadaşımın Facebook arkadaşı, takip edebildiğimiz kadarıyla hep ülkeye kızıyor, her an anlaşılmadığından dem vuruyor, hırçınlaşıyor, bir gün arabeske takıyor, öbür gün ülkeyi terk etmeye kalkışıyor. Son olarak da Murat Bardakçı’ nın bu yazısına çok sinirlendi.
Altını milyonlarca çizerek yazıyorum ki, geçen yıl 20. Yüzyıl Çoksesli Çağdaş Türk Müziğinde Viyola Repertuarı başlıklı tezimi İsviçre’de sunmuş olan ben, devrimin öncüleri Türk beşlerine çok büyük saygı duyuyorum. Örneğin A. Adnan Saygun’ un dilimize çevirdiği müzik ansiklopedilerinin çoğunun neden hala basılmadığına ben de kızıyor, onların hak ettikleri yere Türkiye’nin olmayan Kültür Politikası nedeniyle de gelememiş olmasını, tüm meslektaşlarım gibi ben de haklı bir serzenişle karşılıyorum. Gelin görün ki, Murat Bardakçı’ nın sorusu benim de sorum: Türk Müzik Devrimindeki eksik nerede?
Fazıl Say topu kapıyor ve bas bas bağırıyor, “eksik yok!”…
Hayır efendim var! Bugün ben ve yurtdışında okuyan birçok müzisyen arkadaşım kimsenin A. Adnan Saygun’ u, Ulvi Cemal Erkin’i bilmediğine bizzat şahit oluyoruz, çoğumuz (ben de dahil olmak üzere) bu konuda tez yazıyoruz ve birçok kişi ilk kez bizden öğreniyor bizim müziğimizi… Ayrıca şikayet ediyorum: Operada, senfonide çalan birçok arkadaşım, meslektaşlarının müzikten anlamadığından, klasik batı müziğinin onlara çok geldiğinden dert yanıyor. Hocalara kızılıyor, şefler duygusuz, piyasa ruhlu bulunuyor. Ayrıca biz değil miyiz, Türkiye’deki eğitim yetmiyor, bu işi asıl yerinde, Avrupa’da yapmak gerekir diye buralara gelen, buralardaki müzik icralarına şahit oldukça Türkiye’deki resmi orkestraların icralarını iyice beğenmemeye başlayan! Murat Bardakçı’ nın yazısını, ince derili, alıngan yapımız biraz törpülenmiş olarak, bir okuyabilsek, ah bir okuyabilsek, o zaman aslında bizim de sürekli aramızda konuştuklarımızı söylemeye çalıştığını göreceğiz ama… Neyse biz maça dönelim…
Fazıl Say, Murat Bardakçı’ nın O’na verdiği cevap üzerine, bu kez de diyor ki “O adam müzikten ne anlar, nota bile bilmez…”
Uzmanlık alanlarından birine hakaret edilmiş Murat Bardakçı da, hodri meydan, İngiltere’de tercih edilmediğini bildiği Fazıl Say’ı, “Yarın köşemde BBC sıralamalarına yer vereceğim” tehdidi ile bel altından vuruyor.
Fazıl Say da, Facebook destek hattı üzerinden bir dayanışma çağrısı kaleme alıyor. “ben bıktım, usandım, yoruldum. Yarın Murat Bardakçı bana saldıracak. Yine en büyük zararı ben aldım. Lütfen bana destek olun” diyor.
…ve taraftarların yükselen seslerini çın çın duyabiliyoruz!
O taraftarların çoğu benim okuldan sıra arkadaşım, beraber konserler verdiklerim…
Merak ediyorum, acaba neden, etrafımızda A. Adnan Saygun’un kaç eseri olduğunu bile bilmeyen, onları bir kez olsun repertuarına koymamış meslektaşlarımızla kavga etmek varken, Murat Bardakçı’ ya saldırıyoruz. Acaba niçin kendi müzik tarihimizi konservatuarlarda resmi olarak müfredata koymamış bir yönetmelik söz konusuyken yine Murat Bardakçı’ yı günah keçisi belirliyoruz!
Nasıl oluyor da, Hıncal Uluç’ un, medyada “Hıncal Uluç Murat Bardakçı’ ya haddini bildirdi” olarak anons edilen yazısını “bu da sana kapak olsun" iletileriyle Facebook sayfalarına taşıyoruz? Birincisi Hıncal Uluç da kim? İkincisi, siz değil misiniz, Türk bestecileri hak ettiği övgüyü göremiyor, başarıları lekelenmesin diyen? O zaman aynı mantıkla, Hıncal Uluç’ un “Haçaduryan' ın arkasında, o muhteşem, o yüzlerce yıllık Rus musiki geleneğinin ve dünyanın en güçlü sivil toplum örgütlerinden Ermeni lobisinin, buna karşılık, Türk Beşlerinin arkasında, onları senin gibi ayaklarından batağa çekenlerin olduğunu düşünmeden…” ifadesine nasıl karşı çıkmıyorsunuz? Siz değil misiniz aynı aşkla Haçaturyan’ ı da seven, yarışmalarda çalan? Üçüncüsü, bir kez daha Hıncal Uluç da kim yahu?
Ah benim sanat camiam, ah benim canım alıngan müzisyen arkadaşlarım, Ezel’den mi çok etkileniyorsunuz nedir, düşmanımın düşmanı dostumdur’u bir müzik tartışmasına bile uyarlayabiliyorsunuz!
Oysaki şimdi kimseye taraf olmadan, Müzik Devrimimizin eksikleri neler sorusunu masaya yatırmak, birlikte kahvemizi yudumlayıp, sırtımızı “helal” diye sıvazladığımız, sadece kendi kendimizi anladığımız şu sığ ortamlarımızdan başımızı kaldırıp, “sahi soru neydi?” demek vardı. Ama ortada soru yok, maç var…
Bakalım maç kaç kaç bitecek?
Sahiden soru neydi?
pazar keyfi için: Parisli animasyon yapımcıları Kuntzel ve Deygas'tan şahane bir animasyon!
MiCha