26 Aralık 2010 Pazar

Eğitimimin Üstünkörü Analizi


-çalışmamı bitirdiğimde kolum çok ağrıyordu.
-akşam evde kırmızı yün sar, geçer.

-hala ağrıyor. neden olabilir?
-bilmem, benim hiç ağrımadı.

-gam çalarken sol elim tempoya yetişemiyor.
-tüm sesler duyulmasa da olur, kendine güvenerek çal.

-burayı böyle çalacaksın.
-nasıl?
-böyle işte.

-neden spiccato yapamıyorum?
-herkes yapamaz zaten, kimisinde bu bir yetenektir, kimisinde değil.

-hissederek çal.
-...
-daha çok hissederek.

-sınavda uzun kollu bir şeyler giy ki, bileğinin durumu görülmesin.

-iyi çalmayacaksan konsere çıkma, insanlar iyi müzik dinlemek için geliyorlar.

-böyle çalmaya devam ederek beni öldürtecek misin? şimdi kalp krizi geçireceğim.

-masterclass'a gitmenin ne anlamı var?

Yakınlarda tatil için Türkiye'ye gidiyorum. Bern'de kitapçıya uğradım ki, bölüm hocalarımın önerdiği birkaç müzik pedagoji kitabını alıp, tatilde okuyabileyim. Raflarda oyle çok çeşit müzik pedagoji kitabı var ki:
Müzik Eğitimi Psikolojisi,
Verimli Çalışma,
Öğretme ve Öğrenme Arasındaki İlişki,
Bir yaşam biçimi olarak müzik eğitimi,
Bireysel Dersten Toplu Derse Geçiş,
Toplu Derslerin Zorlukları,
Müzik Eğitiminde Teşvik Etmenin Yeri,
Müzikte Motivasyon,
Yetişkinlere Müzik Eğitimi,
Çocuklara Müzik Eğitimi,
Öğrenmedeki Zorluklar,
Oyunlarla Müzik Eğitimi,
Farklı Öğretme Teknikleri...


Didaktik dersi alıyorum burada. Her hafta farklı bir konuşmacı geliyor, kendi uzmanlığı hakkında bir ders işliyor. Dersler zevkli... Tartışıyoruz, değişik oyunlar oynuyoruz, gülüyoruz! Bazen gruplara ayrılıp, hepimiz bir öğrenci hayal ediyoruz. Kendi hayalimizde yarattığımız öğrencinin yaşını, kişiliğini, alt yapısını iyice çizmek zorundayız. Tahtaya çıkıp; hayalimizdeki o öğrencinin yeteneklerinden ve aynı zamanda zorlandıklarından bahsediyoruz. O'na uygun bir yıllık ilerleme programı yaratmaya çalışıyoruz. Tahtada yazarak, çizerek, sınıfın da katılımıyla, en uygunu ne olur diye tartışıyoruz.


Bazen de örnek ders videoları izliyoruz. Nasıl derslerin öğrenciye cevap veremediğini, öğretmenlerin bin kez anlattım sandığı şeyin altında aslında ne kadar büyük bir eksiklik yattığını gözlerimizle görüyoruz. Bol bol eleştiriyoruz. Hem kendi öğrenme süremize, hem de kendi öğretebilirliğimize ve bir başkasının tamamen bizden farklı varlığına ve olabileceklere karşı bilinçlendiriliyoruz.

Ayrıca; öğretmen olabilmek için, jüri önünde ders vermek gerekiyor. Başka yerde daha yüksek statülü bir öğretmen olabilmek için yine jüri karşısına çıkıyorsun...ve jüri üyeleri halandan, teyzenden oluşmuyor!...ve müfettişler de burada henüz önemini kaybetmemiş... derslerde heran kontrol edilebilirsin...

Avrupa'daki müzik öğrencilerinin (bunun devamında orkestraların, operaların, enstruman öğretmenlerinin) bizden iyi olduğunu düşündüğümüzde, nedenini anlamak çok zor değil! Bilinçsizlik üstüne bir zaman kaybı yok çünkü!

Bilince değinmişken; geçenlerde (türkçeye çevirirsem) Bilişsel Öğrenme-Öğretme Teknikleri konusunda uzman bir hocanın dersindeydik. Hoca, bir form hazırlamıştı.

Formda; sırasıyla bir komut örneği veriyorsun (1), komudu alan kişinin cevap-davranışını yazıyorsun (2). Ardından komudun onun zihninde uyandırabileceği diğer bilgiyi resmediyorsun(3), son olarak da kişinin hissini açıklıyorsun (4).

Örnekle açıklamak gerekirse;

(1) Bisiklete babansız binme!

(2) Baba beklenir!

(3) Babamsız başaramam sanırım.

(4) Başarısızlık, endişe

Yine iki arada bir deredeyim. Çünkü ne Türkiye'de gördüğüm eğitimi burada uygulayabiliyorum, ne de buradaki eğitimi Türkiye'ye uyarlayabiliyorum.

Bakın deneyelim;
(1)kolun acıyorsa kırmızı yün sar!

(2) sarar!

(3)kırmızı da keramet var herhalde!

(4)???!

19 Aralık 2010 Pazar

Günsu, yazı yaz.

Geçtiğimiz hafta; yaklaşık bir buçuk senedir, benim çok sevgili biricik anksiyeteme karşı kullandığım Cipralex’i bıraktım. Psikiyatristle düzenli mailleşmelerim sonucu, ayın 15’inde bırakabilirsiniz dendi. Ben 15’inden epey önce iki gün üst üste almayı unutunca(?), şimdi geri başlamayayım dedim kendi kendime. Yan etkilerle de başa çıkarım diye düşünerek vaktinden önce ilacı almayı kestim.

Kesiş o kesiş; ben de kesildim… Anıl da…

Doktorlar ilacı kestiğinizde bol bol yürüyüş yapın, enerji harcayın derler genelde… Burada hava eksi bilmem kaç, karlı… Evde zıplasam zemin gıcırdama garantili! Komşumuz parmağı kapı zilimizde bekliyor zaten, bir şey olsa da şikâyet etsem diye… Serotoninimin vücudumdan ayrılışını, salondaki kanepeye gömüldükçe gömülerek izledim bütün hafta…

Pazartesi, Didaktik dersi sonrasında karar verdiğim yeni blog yazım “Müzik Pedagoji’nin Önemi” bugüne ruhen yetişmedi. Yeterince okuyup, dünyayla yeterince ilgilenemedim. Daha çok dünya benimle ilgilensin isteği içindeydim, kanepeden kafamı uzatabildiğim kadarıyla…

Anıl evdeki tüm dolap kapılarını açık unutmakta uzmanlaşıyor, ben ise gidip gidip kapatıyordum. Kapadığım dolapların ardından; yakışıklı viyola hocamın derslerine, oda müziği provalarıma, birde konserime girdim çıktım…

Ayrıca; bir haftadır her gün düzeltmem gerektiğini bildiğim ve bugün de hala bilmekle kaldığım bir Bach-Kilise-Akustik-Süit ekseninde dönen araştırma projem de ruhumun tatlı cilvesi…

Anıl’ı çağırdım ve şuana dek yazdıklarımı okudum. Gevrek gevrek güldü ve sanki bu gevrek o değilmiş gibi, “ama bu çok kişisel tatlım” dedi. Vücudumda serotonin yok, dünya benden ibaret sanıyorum, nasıl kişisel olmayayım. Sen git önce dolabı kapa!

Geçen iki yazımla ilgili onlarca farklı eleştiri aldım. Kendimi kral çıplak halimle ortaya attığımdan ve insanlara da yazılarımı zorla okuttuğumdan, eleştirilerin hepsini de benimsemek zorunda hissettim.

“aslında pek de bir şey söylemediğim”, “popüler bir konuyu ele aldığım için sıkıcı olduğum”, “çok komik olduğum”, “çok etkileyici yazdığım”, “herkes gibi yazdığım ve ne yazık ki yeni bir şey vaat etmediğim”…

İnsanın hem kendi eleştirmeni, hem de kendi ilham perisi olması nasıl gerçekleşiyor acaba?

Tüm bunları en ciddi halimle düşünürken, kazara “yazı koçluğu(?)” diye bir meslek olduğunu öğreniverdim. Nasıl İyi Yazılır’ ın da bir koçluğu olduğunu görünce ciddiyetim de iştahım da fena halde kaçıverdi.

Üstelik Uzman Tv’ deki “İyi Yazı Nasıl Yazılır?” programını izleme hatasına da düştüm.

Sonra silkelendim, Aslı Erdoğan’ın yazma hallerini okudum gece boyu. İnsanın yazdıklarının aslında ta kendisi olduğunu ve olması gerektiğini hatırladım. Kendini gerçekleştirme, kendi sesini duyma ve bundan rahatsız olmayarak başkalarına da duyurma cesaretine sahip olmak için yazar insan!

Annemin deyişiyle çocukluktan bokuyla kavgalı, her daim kafamda susmak bilmeyen milyon soru işareti, hemen hemen her türlü olay karşısında taraf tutmayı kolaya kaçmak olarak gördüğümden hep iki arada bir derede kalan benliğimle ben; işte bu yüzden yazıyorum. (Birde aşırı hiperaktivemden dolayı, Anıl evden kaçmasın diye.)

Bu tanıtım kokan, az daha reklama yenik düşecek yazı, blog’un ilk yazısı olmalıydı ama Cipralex’i anca bırakınca, böyle oldu!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Polisimiz, Hamilemiz, Ölü Doğan Bebeğimiz

Bir insan düşünüyorum. Çıplak uykusundan uyanıp, çıplak erkek ayaklarına bir çift terlik geçiren… o terlikleri sürüye sürüye banyosuna giren… yüzüne sular çarpan, göz çapaklarından arınan… ve kahvaltı masasında… acıkmış… ekmek lokmaları ağzında… sonra doyan… bir insan düşünüyorum… az sonra bedenini; içindeki tüm dokunulurluğu, hissedebilirliği ve hatta yıkılabilirliği koyu lacivert üniforması ile örtecek, kemerini iyice sıkacak, beline silah takacak, sırtını pek bir dikleştirecek, insanımıza ait sokaklarda, insanlarımızın protestosunda, sanki bizden farklıymışçasına onlardan korkacak, o korktuklarının bizzat canını yakacak, hatta can alacak bir insan… tıkanıyorum… bir insan… düşünemiyorum.

İki yıl önce bir 1 Mayıs sabahı, Cihangir'deki evimizin önünde polislere birkaç genç taş atmış ve polisler yakaladığını dövmeye başlamış. Pencereye çıkıp “yapmayın” diye bağıran annem ve diğer komşular en aşağılığından küfürleri ve tehditleri yemişler… Annem anlatıyor; polislerden biri köşeye çekilmiş, kanayan eline bakıyormuş devamlı… Annem bir yara bandı uzatmış pencereden. O, yara bandını, diğer polisler dövdükleri gençleri almışlar, götürmüşler…

Aradan bir hafta geçince bir komşusu kapısını çalıyor annemin… Diyor ki; bir polis geldi kapıma, sizi evde bulamamış, bu paketi bıraktı… paketin içinde cezerye… üstünde de bir not: “size o gün için tekrar teşekkür ederim. İstanbul’da bu işe başladığımdan beri iyilik görmemiştim. Ad Soyadı”

Aynı ülke, aynı dil, aynı üniforma… Biri teşekkürü borç bilmiş bir eli yaralı, diğeri yara almaz bir çelik kuvvet “hamileyim, vurma!” diyen bir kadının kasıklarını tekmeliyor.

“Hamileyim, vurma!” vuruyor…

Şiddet tüm gerçekliğiyle sahne alıyor ülkemizde… O yara almaz çelik kuvvetlerin, kendi sabahlarına başlayarak, bir başkasının tüm sabahlarını elinden aldığı karşı konulmaz şiddetleri toplumumuzun çok acı bir aynası aslında. Ayna ne mi gösteriyor?

Korkuyu!

Biz bir korku toplumuyuz! Kendi içimizde bölünmelere doyamadığımız, her fırsatta her insanımızı ötekileştirdiğimiz, kendi ötekileştirdiklerimizi büyük düşman bellediğimiz, etrafımızda milyon düşman, duymak ve anlamak istemediğimiz milyon isyan, varlığını yok saydığımız, araya duvarlar ördüğümüz milyon “bizim insanımız” ile çevrili panik içinde kıvranan, ne yapacağını hep şaşıran bir korku toplumuyuz…

Tüm insani tarafları o ağır üniformaları içinde gömülü bizim polislerimizin, kendilerine tutabilecekleri bir aynaları dahi yok! Onlar; çocukluklarından beri kendilerine yasaklandığına adım gibi emin olduğum, zaman zaman çaresiz kalabilmekten, hatta ağlayabilmekten, anlatabilmekten, anlayabilmek ve tabi güvenebilmekten öyle sürgünler ki... saklamaya çalıştıkları bu acizlikler, bu sakatlıklar, her defasında daha büyük bir öfke nöbeti ile dışarı fırlıyor… Söylemeye çalıştığımız her söz, Onları; onların bir sözü bile olamadığı için vuruyor. Biz onların sakatlıklarına ayna tuttukça Onlar, daha çok tekmeliyor bizi… En acısı da ne biliyor musunuz? Onlar bizim toplumumuzun polis olarak yarattığı insanımız...

Pisa 2009 (The Programme for International Student Assessment) sonuçlarına göre 34 ülke arasındaki eğitim sıralamasında Türkiye sondan üçüncü. (www.pisa.oecd.org/) Bu kez sadece doğudaki insanımızın, alt sınıfımızın, hatta üst ama kimliği çoktan kazazede üst sınıfımızın eğitim sorunundan çok polislerimizin eğitimini düşündüm. Hiç şüphe yok ki, korku toplumumuz büyük bir eğitim enkazı içinde… enkazdan korku, öfke, şiddet ve birde bonus canavar polisler çıkarıyoruz…

Oysa gerçek eğitim tarihten ders alandır! Tarihi sadece kendi toplumuyla sınırlı kılmayandır… içine insan olmayı serpiştiren, hatta serpiştirmek yetmiyorsa insan olmayı bir kap dolusu boşaltandır… Ötekileştirmeyi sonuna dek engelleyendir gerçek eğitim… Korkuya cevap veren, şiddetten utandırtandır!

Ülkemden uzak, protestoların büyük bir hak içinde şiddet olmadan sık sık gerçekleştiği İsviçre’de eğitim alan; ülkemde bunlar olurken, burada klasik batı müziği okuyor oluşuma yabancılaşan; iki arada bir derede bünyem ile ben; seyirci kalmaktan utanç duyup, çaresizlikten kıvrım kıvrım kıvrandığım şu günlerde ülkem çocuklarına daha çok sanat vermek istiyorum. Çünkü biliyorum ki; sanat, ötekileştirmenin yanından bile geçmez… Sanat evrene işaret eder… O bütün olarak sorgulatır, bütün olarak algılattırır.

Korku toplumunda doğup, büyüyen çocuklarımızın boş avuçlarına başka bir ifade etme olasılığı sunmalı, bu toplum şaşırtılmalı! Çünkü başka bir alternatif vizyon, iletişim yöntemi sunmadan, nasıl koruyup kollayacağız çocuklarımızı o umarsız dev ayaklar altında tekmelenmekten, can vermekten ya da “hamileyim, vurma!” diyen bir sese tekme atan olmaktan inanın bilmiyorum!

5 Aralık 2010 Pazar

İlk Yazı

İlk yazımı, başlangıçta Fazıl Say’ ın haftalık çıngar çıkarmalarından sadece biri olarak algıladığım, ama devamında gittikçe tüm müzik camiasının kimliklerine mal olup, benim de huzuruma çomak sokmaya başlayan “Fazıl Say – Murat Bardakçı” nın hala uzatmalarla devam eden maçı üstüne yazmak istiyorum.

Geçtiğimiz günlerde ülkemiz gazetecilerinden Murat Bardakçı, “Musiki İnkılabı ve Başarısızlık” başlığıyla bir köşe yazısı yazıyor. Bir dinleyici olarak Tekfen Filarmoni Orkestrası’nı pek bir takdire şayan buluyor, bu beğenisini orkestra üyelerinin hepsinin Türk olmamasına bağlıyor ve ayrıca neden Türkiye’deki besteciler dünyada tercih edilmiyor sorununu, çabuk ve özensizce ele alıyor. Çabuk ve özensiz diyorum; çünkü her şeyden önce, bu sorun, Türkiye’de izleyip, beğendiği, konser programında Ferit Tüzün’ ün de yer aldığı bir konserin ardından aklına geliyor. Oysaki parmak basmak istediği şey, Türkiye’deki orkestraların ve icracıların (birkaç istisna dışında diye belirtiyor) klasik batı müziğini yeterince hissettiğini ve hissettirebildiğini düşünmemesi ve Türk bestecilerinin dünyada yeterince tanınmaması, Türk Müzik Devrimindeki eksiğin ne olduğu! Ancak dediğim gibi, bunu, bahsettiği gibi hissiz bir icra ve repertuarında hiç Türk eser barındırmayan somut bir konser örneği sonrası ele alıp, bizleri aydınlatmıyor, Tekfen Filarmoni Orkestrası’nı överek başlıyor, daha sonra Haçaturyan’ dan övgülerini esirgemiyor ve doğal olarak yazı, buram buram bir “kıyaslama” ve “kayırma” kokmaya başlıyor. Yine de bu kıyaslamayı koklamayacak olursak, doğru bir soru soruyor, Türk müzik devriminde bir eksik var? Nerede?

Bu eksik birçok şekilde tartışılınabilir. Tarihçiler söz alabilir, bu tarihi süreçte sanatın ülkemizin hangi yollardan geçtiğini dökümleyebilirler, sosyologlar tartışabilir, toplumun müzik devrimiyle ilişkisini analiz edebilirler, müzisyenler konuşabilir, bu eserlerin ve Türk bestecilerinin neden hak ettiklerini düşündükleri yere gelmediğinden, engellerden dert yanıp, bizzat kendi tecrübelerinden örnekler gösterebilirler.

Ancak bu bir tartışma değil, uzatmaların hala oynandığı bir maç!

Fazıl Say’ i hepiniz bilirsiniz. İsminin ilk duyulduğu zamanlarda, lise öğrencileri olarak tüm röportajlarını biriktiriyor, O’nun Bach yorumlarını (hala çok beğenirim) ağzımızdan salyalar akarak dinliyorduk. Sonra tam hayranlığımızın dorukta olduğu o dönemlerde Bilkent’ te “sözde öğretmenlik” yapmaya başladı. Bizim okulun merdivenlerine oturup, bir gökyüzüne, bir nota kağıdına bakarak beste yaptığı yılları, ona “merhaba” diyen öğrencilere selam veremeyecek kadar yoğun bir deha(!) içinde olduğunu tüm hayranları olarak, hepimiz gördük. Sonra hepimizi ağlatan, dünya prömiyerinde de bulunduğum Nazım Oratoryosu, ardından bir kez daha ağlatan Metin Altıok Ağıtı ile gördük O’nu… Gözyaşlarımız henüz bitmemişti ki, bu kez de Fenerbahçe korolu senfonik eser ile gördük O’nu. Bilkent Senfoni Orkestrası seslendirdi Fenerbahçe’yi… Provalarda Galatasaray bayrakları asıldı, indirildi, Galatasaraylı müzisyenler protesto etti, Beşiktaşlılar bu esere gönül vermedi, taraftarlar bağırdılar, çağırdılar, küstüler. Ama sonra hakem düdüğü çaldı, hepsi bu eseri kayıt bile etti. Sonra gün geldi magazin dergilerinde Hande Ataizi ile yaşadığı aşk hakkında röportajlar vermeye başladı Fazıl Deha, önce aşklarını, ardından ayrılıklarını okuduk. Çetrefilli yıllardı.

Şimdilerde Fazıl Say, benim ve birçok müzisyen arkadaşımın Facebook arkadaşı, takip edebildiğimiz kadarıyla hep ülkeye kızıyor, her an anlaşılmadığından dem vuruyor, hırçınlaşıyor, bir gün arabeske takıyor, öbür gün ülkeyi terk etmeye kalkışıyor. Son olarak da Murat Bardakçı’ nın bu yazısına çok sinirlendi.

Altını milyonlarca çizerek yazıyorum ki, geçen yıl 20. Yüzyıl Çoksesli Çağdaş Türk Müziğinde Viyola Repertuarı başlıklı tezimi İsviçre’de sunmuş olan ben, devrimin öncüleri Türk beşlerine çok büyük saygı duyuyorum. Örneğin A. Adnan Saygun’ un dilimize çevirdiği müzik ansiklopedilerinin çoğunun neden hala basılmadığına ben de kızıyor, onların hak ettikleri yere Türkiye’nin olmayan Kültür Politikası nedeniyle de gelememiş olmasını, tüm meslektaşlarım gibi ben de haklı bir serzenişle karşılıyorum. Gelin görün ki, Murat Bardakçı’ nın sorusu benim de sorum: Türk Müzik Devrimindeki eksik nerede?

Fazıl Say topu kapıyor ve bas bas bağırıyor, “eksik yok!”…

Hayır efendim var! Bugün ben ve yurtdışında okuyan birçok müzisyen arkadaşım kimsenin A. Adnan Saygun’ u, Ulvi Cemal Erkin’i bilmediğine bizzat şahit oluyoruz, çoğumuz (ben de dahil olmak üzere) bu konuda tez yazıyoruz ve birçok kişi ilk kez bizden öğreniyor bizim müziğimizi… Ayrıca şikayet ediyorum: Operada, senfonide çalan birçok arkadaşım, meslektaşlarının müzikten anlamadığından, klasik batı müziğinin onlara çok geldiğinden dert yanıyor. Hocalara kızılıyor, şefler duygusuz, piyasa ruhlu bulunuyor. Ayrıca biz değil miyiz, Türkiye’deki eğitim yetmiyor, bu işi asıl yerinde, Avrupa’da yapmak gerekir diye buralara gelen, buralardaki müzik icralarına şahit oldukça Türkiye’deki resmi orkestraların icralarını iyice beğenmemeye başlayan! Murat Bardakçı’ nın yazısını, ince derili, alıngan yapımız biraz törpülenmiş olarak, bir okuyabilsek, ah bir okuyabilsek, o zaman aslında bizim de sürekli aramızda konuştuklarımızı söylemeye çalıştığını göreceğiz ama… Neyse biz maça dönelim…

Fazıl Say, Murat Bardakçı’ nın O’na verdiği cevap üzerine, bu kez de diyor ki “O adam müzikten ne anlar, nota bile bilmez…”

Uzmanlık alanlarından birine hakaret edilmiş Murat Bardakçı da, hodri meydan, İngiltere’de tercih edilmediğini bildiği Fazıl Say’ı, “Yarın köşemde BBC sıralamalarına yer vereceğim” tehdidi ile bel altından vuruyor.

Fazıl Say da, Facebook destek hattı üzerinden bir dayanışma çağrısı kaleme alıyor. “ben bıktım, usandım, yoruldum. Yarın Murat Bardakçı bana saldıracak. Yine en büyük zararı ben aldım. Lütfen bana destek olun” diyor.

…ve taraftarların yükselen seslerini çın çın duyabiliyoruz!

O taraftarların çoğu benim okuldan sıra arkadaşım, beraber konserler verdiklerim…

Merak ediyorum, acaba neden, etrafımızda A. Adnan Saygun’un kaç eseri olduğunu bile bilmeyen, onları bir kez olsun repertuarına koymamış meslektaşlarımızla kavga etmek varken, Murat Bardakçı’ ya saldırıyoruz. Acaba niçin kendi müzik tarihimizi konservatuarlarda resmi olarak müfredata koymamış bir yönetmelik söz konusuyken yine Murat Bardakçı’ yı günah keçisi belirliyoruz!

Nasıl oluyor da, Hıncal Uluç’ un, medyada “Hıncal Uluç Murat Bardakçı’ ya haddini bildirdi” olarak anons edilen yazısını “bu da sana kapak olsun" iletileriyle Facebook sayfalarına taşıyoruz? Birincisi Hıncal Uluç da kim? İkincisi, siz değil misiniz, Türk bestecileri hak ettiği övgüyü göremiyor, başarıları lekelenmesin diyen? O zaman aynı mantıkla, Hıncal Uluç’ un “Haçaduryan' ın arkasında, o muhteşem, o yüzlerce yıllık Rus musiki geleneğinin ve dünyanın en güçlü sivil toplum örgütlerinden Ermeni lobisinin, buna karşılık, Türk Beşlerinin arkasında, onları senin gibi ayaklarından batağa çekenlerin olduğunu düşünmeden…” ifadesine nasıl karşı çıkmıyorsunuz? Siz değil misiniz aynı aşkla Haçaturyan’ ı da seven, yarışmalarda çalan? Üçüncüsü, bir kez daha Hıncal Uluç da kim yahu?

Ah benim sanat camiam, ah benim canım alıngan müzisyen arkadaşlarım, Ezel’den mi çok etkileniyorsunuz nedir, düşmanımın düşmanı dostumdur’u bir müzik tartışmasına bile uyarlayabiliyorsunuz!

Oysaki şimdi kimseye taraf olmadan, Müzik Devrimimizin eksikleri neler sorusunu masaya yatırmak, birlikte kahvemizi yudumlayıp, sırtımızı “helal” diye sıvazladığımız, sadece kendi kendimizi anladığımız şu sığ ortamlarımızdan başımızı kaldırıp, “sahi soru neydi?” demek vardı. Ama ortada soru yok, maç var…

Bakalım maç kaç kaç bitecek?

Sahiden soru neydi?





pazar keyfi için: Parisli animasyon yapımcıları Kuntzel ve Deygas'tan şahane bir animasyon!

MiCha